Erklärung der Menschenrechte, Österreichisches Parlament, Foto: Anna Konrath

Eşit hak sahipliği 

İnsanoğlunun neyi görüp yaşadığı sorusunun yanıtını anayasa kurallarında bulabiliriz. Barış dolu bir yaşamın temelini anayasa oluşturmaktadir, çünkü insanoğlu güvensizlik, şiddet ve savaşın nelere yol açtığını çok iyi bilmektedir. Anayasa özgürlüğün temeli olmalıdır, çünkü insanoğlu korku dolu bir hayatın nasıl yıkıcı olabileceğinin deneyimini bilmektedir. Anayasa herkese eşit davranılmasının garantisini vermelidir, çünkü insanlar baskı ve dışlamanın ne demek olduğunu yaşamışlardır ve halen yaşamaktadırlar. 

Tüm bu isteklerin temelini oluşturabilmek için, anayasa sadece güzel sözlerden ve verilen sözlerden oluşan bir konglomerat olmamalıdır. Anayasa belirli hakları verebilmeli ve koruyabilmelidir. Böylelikle verilen hak geçerlilik kazanır.  

Hak ne demektir? 

Hak kelimesinden söz açıldığında, genelde kanun ve kural söz konusudur. Mesela trafik de nasıl davranılması gerektiğini ve buna benzer günlük olaylarda gereklidir kanun ve kurallar. Kanun ve kurallar sayesinde bir şirketin nasıl kurulduğunu belirleyebilir yada bir şahıs diğer bir şahısı yaraladığında neler yapılabileceğini belirleriz? Polis, idare ve yargının nasıl davranması gerektiğini belirler kanun ve kurallar.  

Bir hakka sahip olmak ne demektir?  

Bir insanın hakka sahip olması demek, bu şahsın diğer bir şahısa (yada devlete) karşı talep etme hakkının varolduğu anlamına gelir. Mesela bu şahıs karşı tarafın bir etkinliği yapıp yapmamasına dair talepde bulunabilir. İstek yada ricaya benzer taleplere nazaran hak farklıdır: 

  • hak şeklen belirlidir ( anayasa, kanun gibi şekli vardır) 
  • belirli bir prosedür vasıtasıyla talepde bulunulabilir 
  • hak herzaman devletle alakalıdır 

Eğer talep gerçekten, hakla alakalıysa, geçerlilik kazanır ve uygulanmalıdır. 

Hak uygulanmalıdır 

Her ne zaman kanun veyahut kanuni talimat söz konusu ise, bu hakkın uygulama seviyesinide içerir. Bu demektir ki devlet ve üçüncü bir şahıs karşı tarafın talep hakkını kabul etmek zorundadır, çünkü bu şahsın temel haklarından biridir. Bu talep gönüllüce kabul edilemez ise, çoğu vakit ‘zorla’ uygulanabilir: mesela bir şahsın maaşı geri çevrilebilir, yada bazen şahıslar hapse atılabilirler. Ne olursa olsun, kanuni kurallar ‘sadece böyle olsun manasında’ geçerlilik kazanamazlar. Her zaman belli yordam ve süreçler vardır, zorunluluk hususunda herzaman resmi makam veyahut mahkeme karar verir. Hiç kimse başka bir şahsın malını veyahut parasını haklı olduğunu sanarak çalma hakkına sahip değildir. Hiç kimse haklı olduğunu sanarak başka bir şahsı incitemez ve hapse atamaz. Doğal hukuk kavramı geçerli olmamalıdır ve kanuni kararlar eğitim görmüş hâkim  ve yargıçlar tarafından adil yöntemlerle verilmelidirler.  

Hak ve İlişkiler 

Kanun düzen kapsamında belirlenen haklar, insanlar arasındaki ilişkilerin kurallarını belirlemektedirler. Diyelim ki şahsın biri, bir evin üstündeki hakkını ortaya çıkarmak istiyor, işte o zaman şahıs eve karşı kanuni bir prosedür sürdürmüyor, bu şahıs diğer bir şahsa karşı olan hakkını savınıyor demektir.  

Kanuni düzen ve kurallar insanlar arasındaki ilişkilerde güven ve yön göstermektedir. Kurallar birbirimize nasıl davranmamıza dair gerçekleri sunar. Kanuni kurallar şahsı yabancı kişilerle olan ilişkilerimizde bile nasıl güven altında olabileceğimizin neticesini sunar bize. 

Birisi hakkını aradığı vakit, insani ilişkilerde bir sorun var demektir. Belki hangi kuralların geçerlilik taşıdığı belli değildi veyahut karşı tarafın hakları çiğneniyor olabilir. İlişki düzeyinde bir sorun var demektir.  Bir şahıs diğer bir şahsa istediğini vermiyor ve böylelikle tartaşa yaşanıyor demektir. Bazı insanlar hak arandığında şüpheye düşebilirler.  Acaba birisi ödün vermeyi bilmiyor ve istediğine ulaşamıyorda kavgamı çıkarıyor sorusu ortaya çıkabilir. Böyle durumlarda Avusturya’da tanınmış bir deyim kullanırız biz: ‘hâkime ihtiyacımız olmayacaktır’ deriz genelde.  

Tabiiki bazen insanlar kendilerini haklı çıkarmak, yada karşı tarafı korkutmak amacıyla hâkime başvuruyor olabilirler. Böyle bir olay esnasında huzursuzluk yaratan ‘haklı’ değildir. Uyuşmazlıklar, çatışmalar yada haksız davranılmışlık duygusu ilk etapda merkezidirler. Şahsi haklar ise böyle anlaşmazlıkları çözmek amacıyla kullanılan ‘alet’dirler. Mesela mahkemede yaşanan hukuki işlemler varolan bir uyuşmazlığı belirli bir şekilde çözmeye ve karar kılmaya yardım ederler.  

Haklara sahip olma hakkı 

Haklara sahip olmak demek, yasal bir topluluğun üyesi olmak ve kişisel hayatını kendi isteklerine göre yönlendirebilmek demektir. Modern devlet anlayışında hak sahipliği, beraber yaşamın temelini oluşturmaktadır. Devlet sınırları içerisinde yaşayan şahısların ilişkileri bu kurallar bazında gerçekleşmektedir. Hakka sahip bir vatandaş bu beraberliğin bir parçası olabilir.  Hukuk açısından böyle bir şahısa ‚tüzel kişi‘ denir. Hakka sahip olmayan bir şahıs, çoğu konulardan dışlanır. Uzun yıllar göçmen ve haymatlos olan felsefeci Hannah Arendt şöyle demiştir: ‚ilk insan hakkı haklara sahip olma hakkıdır‘.Her insanın, akılla kavranabilir ve doğuştan sahip olduğu hakları vardır ve bu nedenle bir şahıs bir kişi olarak görülmelidir (§16 Genel Medeni Hukuk).  

Eşit Haklar 

Eşit demek, her varlığın aynı hakka sahip olduğu demektir: erkek yada kadın, çocuk yada ebeveyn, fiziksel yada psikolojik zorunlu şahıslar olsun aynı hakka sahiptirler. Nereden gelirsen gel, neye inanırsan inan, hangi cilt rengine yada cinsel tercihe sahip olursan ol, eşitlik aynı hakka sahip olduğunu kapsar. Biz hakkın insan onurunu koruduğuna inanıyoruz. Hiçbir insana belirli özelliklere dayanaraktan kötü davranılamaz.  

Eşitlik insanlar arasında farklılığı kaldırmaz. Eşitlik tüm şahısların- ne kadar farklı olsalar bile-  aynı haklara sahip olmasının ve özgürce gelişmesinin güvencesidir.  Kanunu düzen kapsamında şahıslar ve gruplar arasındaki farklılıklar gözardı edilmemektedir. 

Merkezde: her insan 

Her insan aynı haklara sahiptir. Eşit haklar söz konusu olduğunda, her tekil kişi merkezdir. Bu aile, akraba, dini gruplar veyahut başka insan grupları önemli değildir anlamına gelmez. Hiçbir şahıs sadece ve sadece kendisi için yaşamaz. Diğer insanlara karşı sürdürdüğümüz insan ilişklileri hayatımızı ve birlik yaşamımızı belirler.  

Her insanın hakkı vardır demek, her insanın tekil şahıs olarak görülmesi gereklidir anlanımına gelir. Bu şahsın hakları, istekleri, ona karşıtlar her konuda incelenmelidir. Şahsın ailesi yada başka topluluklar nederse desinler, kişi kendi haklarını herzaman savunabilir. 

İnsan hakları eşitliğine giden uzun yol  

Her insanın haklara sahip olduğu, toplumsal ve ekomik hayat içerisinde aynı haklara sahip olduğu gerçeği uzun yıllar akla bile gelmedi. Bugün bile birçok ülkeler bu gerçeği gözardı ediyorlar. Bu ülkelerde insanlar arası farklılıkların (cinsiyet, cilt rengi, din ve köken) devlet toplumundaki yerlerini belirlediği fikri boy gösteriyor. Şahıs hangi farklılıkları taşıyorsa. ona göre hakka sahip yada sahip değil anlamına geliyor bu. Halen vatandaşlığa dayanarak ayrım yapılmakatadır bazı ülkelerde (bkz. Cumhuriyet). 

Avrupa’da böyle bir düzen anlayışı uzun yıllar vardı. Bazı vatandaşların daha fazla hakları vardı ve böylelikle toprak sahipleriydiler yada belirli görevleri bulunuyordu devlette. Bazı insanların ise hiçbir hakkı yoktu. Hristiyanlığın önde geldiği bir Avrupa’da böyle ayrımlılklar özellikle göze batıyordu (çünkü Hristiyanlıkta her insan Tanrıya benzer yaratılmıştır inancı bulunmaktadır). İnanca göre Tanrı her kişide varolmaktadır ve Hristiyanlar köken, düzen ve kazanç farkı yapmamalıdırlar. 

15inci yüzyılın başlangıcında düşünürler bu ayrılıklar hakkında tekrar düşünmeye başlamışlardır. Bu düşünürler sadece İncil’i değil, farklı felsefecilerin fikirlerinide okuyarak araştırmışlardır ve iyi bir hayat sürmenin ne anlama geldiğini bulma çabasını göstermişlerdir. Bu düşünürlere humanist denir. Humanistlerin fikirileri uzun bir gelişimin başlangıcı olmuştur ve bu başlangıca Aydınlanma Çağı denir. Bu Çağ sayesinde eski düzen ve eski insan hakları sorgulanmaya başlanmıştır. Çoğu filosof ve yazarlar sadece dini değil, genel bir eşitlik ve özgürlük anlamının açıklamasını bulmaya çalışmıştır bu zamanda. İlk olarak Kuzey Amerika’da (bugünkü ABD), daha sonra Fransa’da, 18inci yüzyılın başında her insanın özgür ve eşit haklara sahip olduğu belirlenmiştir. Bu özgürlük ve eşitlik sadece dini açıdan değil, hukuki ve anayasal açıdanda belirlenmiştir. Bu zamandan şimdiki zamana kadar birçok şahıs insanların temel haklara sahip olduğunu ve bunun tüm dünya için geçerli olduğunu savunmuştur. Bu bilinç dünyanın her inancında ve kültüründe geçerlidir. 

İleri ve geri adımlar 

Diğer ülkelerde anında insan hakları eşitliği sağlanmamıştır. İstek bulunsa bile, zamanında sadece erkek şahıslar eşit haklara sahipti. ABD’de köleliğin kaldırılması uzun yıllar sürmüştür. Amerika’da 1960lı yılların başlangıcında beyaz ve siyah insanların hukuki ve gerçek anlamda eşit oldukları kabul edilmiştir. Başka ülkelerde ise devletin başta gelen dinine ait olmayan şahışların toplumsal ve ekonomik hayat içerisinde eşit olmaları (mesela yahudiler gibi) uzun yıllar sürmüştür. Aynı buna benzer tartışmalar kadınlar ve erkekler arsında aynı hakların geçerli olması için sürdürülmüştür. İsviçre’de kadınlar 1971 yılında seçilme ve seçme hakkını kazanmışlardır (İşviçre’nin bazı bölümlerinde ise 1990 yılına kadar sürmüştür bu tartışma). Avusturya’ya baktığımızda, burda 1977 yılına kadar evin erkeği eşine çalışma izni vermiştir. Bugüne kadar eşcinseller Avusturya’da evlenme hakkına kavuşmaya çalışmaktadırlar halen.  

Eşit haklara sahip olabilme hakkı halen sorgulanmaktadır.  

Avrupa tarihinin 20inci yüzyılına baktığımızda, insanların bazı sebeplerden dolayı ansızın nasıl haksız bırakıldıklarını görebiliriz. Almanya‘nın 1933 yılı tarihine baktığımızda, Nasyonal Sosyalist’lerin hükme geldiklerinde, bazı insan gruplarının, yahudiler ve sisayi farklı düşünen insanlarında dahil olduğu grupların, nasıl ‚parazit‘ gibi terimlerle dışlandığını görmekteyiz. Bu hükümdarlıkta temel hakların nasıl yok olduğunu gözlemleyebildik. Bunun ardından siyasi baskı, zulüm ve takip gibi haksızlıkların boy gösterdiğini yaşadık. Bu gibi gelişimler sadece Almanya sınırları arasında kalmamıştır, Avrupa’nın çoğu farklı ülkelerinde de yaşanmıştır. 

Bu gibi deneyimler sonrası ve heleki 2. Dünya Savaşı ve Nasyonal Sosyalist Rejim sonunda insan hakları uluslararası boyutta korunma altına alınmıştır. Birleşmiş Milletler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi‘ne imza atmıştır ( bkz. Dünyada Avusturya Cumhuriyeti). Avrupa’da Avrupa İnsan Hakları Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (bkz. Dünyada Avusturya Cumhuriyeti) kurulmuştur. Bu tür gelişimler her insanın aynı hakka sahip olduğunun altını çizmekte ve bu hakkın hem ülke içi, hem ülke dışı korunmasını sağlamaktadır.  

Altı milyon Yahudinin katledildiği Nazisoykırmı Ha-Shoa’nın anısı, siyasi farklı düşünen insanların, zihinsel ve fiziksel sakat şahısların, eşcinsellerin, sinti ve çingene kökenli şahısların, Hrıstiyanların ve Jehova’nın Şahitlerinin Nasyonal Sosyalist Rejimi tarafından katledilmesi ve zülmu tüm bunlarda SADECE bir anı değildir! İnsanoğlunun ne tür kötülükler işleyebileceğinin uyarısıdır bu gerçekler! Unutmayalım ki her insan eşit hak ve onura sahiptir ve bizim görevimiz bu gerçeği kabul etmeyen kişilere karşı çıkmaktır! 

Sadece hukuki eşitlilik değil! 

Tarihi deneyim insanların ‚sadece‘ hukuki anlamda eşit olmasının yeterli olmadığını göstermektedir. Kanun ve hakkın geçerli olması için onları dışarı duyuran kurumlar gereklidir.  Bundan daha önemlisi ise, bu haklara inanan şahıslara gerek duyulur: günlük hayatlarında, aile içinde, okul ve iş yerlerinde diğer şahısları eşit kavrayan kişilerdir bu şahıslar. Başka şahısların dışlandığı kanunlara karşı çıkan ve buna saygı ve anlayışla karşılık veren insanlara ihtiyacımız vardır. 

İnsanlar arasında sosyal ve ekonimk eşitsizliklerden dolayı ortaya çıkan sorunları görebilen, demokrasinin ve hukuki devletin tehlike altında kaldığını fark eden ve insanların dışlanıp mülteci sınıfına konulduğunu fark eden kişilere ve günlük hayatta belirli bir bilince gerek duyulmaktadır.  

Fransız siyasi düşünür Alexis de Tocqueville, 1840 yılında eşitlik sağlamanın iki yolu olduğunu savunmaktadır: ‚ Ya her vatandaşa yada hiçbir vatandaşa hak sağlamak zorundasınızdır‘. Tocqueville eserlerinde, gelişen hayat standartları ve toplumsal koşulları ve Batı toplumlarının pazar ve devletle kurduğu ilişkileri analiz etmiştir.    Tüm genel kavgalara rağmen hakka sahip olma fikrini kişisel entereseyle bağdaşmıştır. Bunu başaramazsak eğer, diye sorar Tocqueville, işte o zaman dünya hükümdarlığı için korkudan başka ne kalır o zaman?